Bir ülkü uğruna hapis yatanların, ki sistem, bireyini düşüncesinden değil eyleminden dolayı yargıladığı iddiasındadır çoğu kez, en meşhurlarından birisidir Necip Fazıl. Meşhur, güçlü ve etkileyici. İslâmî duruşuyla, zamandaşı Nazım’ın (Necip Fazıl üç yaş küçüktür ondan) temsil ettiği kıymetlerin tam karşı kutbunu temsil ediyor olsa da, o da sistemin dışındadır. Ama aynı şeye zıt iki şeyin birbirine benzerliği teorik olarak doğru dursa da hayatta aksamaktadır. Ve Nazım, “Ağa Camii”nden geçen yoldan iyice çıkarken, Necip Fazıl “Ağa Camii”nde bir vaaz vakti yola gelmektedir. Bir Nakşi Şeyhi olan Abdülhakim Arvasi ile karşılaşması* Necip Fazıl’ın milâdını teşkil eder:
“Benim Efendim.”
Milâdın tecellisi var. Tecellinin levhi, Büyük Doğu’nun sahifeleri. Büyük Doğu otuz altı yıllık bir hikâyedir.Bir nehir roman.
Yakaca bir hayal kuvveti ve yıpratıcı bir muhayyileydi Necip Fazıl. Eğer doğru yatağı bulamasaydı taşkınında en evvel kendisi boğulurdu. Akması için en uygun yatağı bulduğunda ise “Artık ben nasıl susabilirim,” dedirten gerçeğinin bu kadar hayata geçirilmesi kaçınılmazdı. “Şahsi bir zevk ve saklı bir telkin” babında kaldığı sürece kimseyi ürkütmeyen şey, Büyük Doğu sahifelerinden aşikâr edilmeye başlanınca başladı Necip Fazıl’ın da mahkemeleri, mahkûmiyetleri.
Necip Fazıl’ın mahkemeleri, mahkûmiyetleri, tevkifleri, tahliyeleri, beraatleri bir ömür çizgisinin üzerinde ince fakat karmaşık desenli bir tül gibi örtülüdür. Dökümünün yapılması bir ömrün dökümü anlamına gelir. Kimi bir gün, kimi bir buçuk yıl, kimi birkaç ay; dokuz kez hapse girdi. Kimi hasta ve hamile eşiyle birlikte götürüldü, kimi Bolu dağlarında yolu kesildi, kimi bir davadan tahliye olarak çıktığı hapishane kapısında bir başka mahkûmiyet kararının infazı için camsız ve kırmızı renkli hapishane arabasına koyularak götürüldü.
Pek çok iktidara denk düşen yaşam çizgisi üzerinde Necip Fazıl bir değil her devrin mahkûmudur. CHP, DP. Arada Milli Birlik Komitesi Nihayet AP. Kendi ifadesiyle, “Her devrin mahpusu ve menhusu, mevkufu ve matufu, makhuru ve mağduru, matrudu ve merdudu, mağbuzu ve maruzu, maznunu ve mahzunudur o. O kadar ki Büyüfe Doğuların kopardığı fırtınalardan dolayı açılan davalarda talep edilen mahkûmiyetler gerçekleşse, yüzlerce yıl hapis yatması gerekecektir.
Niye ki her hükümetin mahkûmu? Hiçbir hükümete uymayan hükümlerin mahzunuydu çünkü o. Güçlü ama mahzun. Mağrur ama muztarib. Belki de bu yüzden meşhur “Müddetname”de (Zindandan Mehmed’e Mektup), Ankara-Malatya günlerini anlatan Cinnet Mus-tatili’nde, teşhis ve tecridin, madde ve manama aynı yakıcı muhayyile ve bedendeki birbirini yok etmeyen birlikteliği dikkat çeker. “Müminlere karşı şefkatli, kâfirlere karşı zorlu” (5, 54), âyetinin sırrında bir duruştur bu. Bir yandan Mehmed’e, en yüksek bir davaya armağan edilmiş bir varlık bilincinde nefha liflemekte,
Mehmed’im sevinin başlar yüksekte
ölsek de sevinin eve dönsek de
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte
Yarın elbet bizim elbet bizimdir
Gün doğmuş gün batmış ebed bizimdir
Bir yandan da, mücerred bir algı düzleminde şahlanan zihni, mengeneler arasında uyuşmaktadır.
Çaya çay getir ilâç kokulu çaydan
Dakika döşelim senelik paydan
(…)
Karıştır çayını zaman erisin
Köpük köpük duman duman erisin
İnsan denen varlığın bu iki zıt ucunu haddin çok ötesine geçirerek aynı bir bünyede birleştiren insan. Vardığı nokta her neresi ise, orada berheva etmez mi? “Bir bardak su içmeyi kanlı bir dava haline getiren” ifrat derecede hassas bir mizaç için, “bir günü yüz güne bedel,” bekçilerinin içine değil sadece kapağına hakim olduğu bu yılanlı kuyu, bunalıma düşmeden nasıl taşınır? “O kadar müthişti ki katiyen vasıflandırmaya gelmezdi. Bu vaziyette dehşetin en küçük idraki insanı bir anda berhevâ edebilirdi.”
Nasıl her defasında daha güçlü olunur?
“İnşirah süresine ve seccademe kapanmış ağlıyorum.”
Secde yerini görecek kadar aydınlık.
Necip Fazıl’ın sırrı.
İslâm Âlimleri
İslâmî söyleminden dolayı hapsedilen ne ilk ne de son entelektüeldir Necip Fazıl. Hem evveli hem ahiri vardır. Evveli: Cumhuriyet ideolojisi işe redd-i miras ile başlayınca, mirası sahiplenenin muhalefette kalması kaçınılmazdı. Böyle başladı mirasın en büyük parçasının “Devletin çıkarlarına muhalif tarafta kalması. Arada “Bizi ayıran nehir.”
Dil uyuşmazlığının varlığını inkâr kimsenin harcı değil. Ama yolun zindana kadar uzayacağını başlangıçta kimse tahmin etmemişti. Değişen lisan, geleneksel lisanı konuşanlarla kaçınılmaz bir diyalog bozukluğu yaratmış olmalı ki malûm sıfatı “islam âliminden başkası olmayanların potansiyel bir tehlike olarak zindanla tanışıklığı başladı.
Biri olmazsa o biri olur. Bugün olmazsa yarın olur. Giresun’daki İstiklâl Mahkemesi aklar, Ankara’daki aklamaz. Savcı üç yıl ister heyet idama çevirir. İskilipli Atıf Hoca mahkeme süresince kendisini Ankara Hapishanesi’nde bulur. Uzun sürmez. Bir hafta. Bir “bela kitâb.” Vadesi çok uzun ama tek bir cümleden ibaret bir hesap pusulasını Tahirül Mevlevi’nin kulağına fısıldayarak yolcu yolunda. İdam mahkûmlannm hücresinin ayriyeti duvarlarının gördüğündendir elbet. “Demir kapı kör pencere taş duvar.” Dar zamanlara sığdırılmış son sabahın namazı.
Süleyman Hilmi Tunahan. İki kez takip ve tevkiften sonra mahpusluk yetmişini aştığında buldu onu. Kütahya Hapishanesi. Bağlılarından ayrı, hırsızlar, dolandırıcılar, sahtekârlar, ırz düşmanlan arasında. Sonra çifter çifter kelepçelerle huzuruna çıkanldıklan mahkeme: “Beraatine!” Hatıranın asıl acı kısmı Kütahya Emniyet Müdürlüğü’nde kaldı: “Çok mu üzdüler Efendim seni!” Said Nursi. Üç devir yaşamıştır, Meşrutiyet, Mütareke, Cumhuriyet. Yakınçağ tarihinin yakın tanığıdır. Mirası gözden çıkarmak niyetinde hiç değildir. Doğu’dan yükselen bu zamanlar ve zeminler üstü sima, Anadolu’nun batısında bir çemberin üzerine yerleştirilmiş beldelerde oturmaya memur edilir. Kendi yurdunda sürgün. Barla. Kastamonu. Emirdağ. Tekrar Emirdağ. Lâkin daimi göz hapsinde, yakınlarıyla görüşmesi kimi zaman şiddetle yasaklanmış, bir tür tecridde. Bekçi, polis neyse onunla burun buruna Bazen Emirdağ’da olduğu gibi hapsin bir aylık sıkıntısını bi güne sığdırılmış bularak.
Bu sürgün münhanisini üç yerinden keser hapishane
Bediüzzaman’ın. Eskişehir. Denizli. Afyon Hapishaneleri. Yalnız değildir elbet. Öğrencileri bir yana, bütün bir Risale Külliyatı da onunla birlikte tutuklanmıştır. Bu yüzden mahkemelerdeki müdafaaları da kendisini müdafaa değildir, çok daha fazlası. Üstelik Nur risalelerinin bir kısmı da zindan karanlığında yazılır: Meyve Risalesi. Denizli Hapishanesinde. İki Cuma gününde. İki mihrap arasında. Hapishaneye kâğıt sokmak yasaktır, bütün hapishaneler gibi. Kâğıt namına ne bulurlarsa, ne uygun düşerse. Kibrit kutularının arkasına. Kese kâğıtlarına. Hiç yoksa Bediüzzaman’ın zindanda refakatçisi Nur talebelerinin hafızalarına.
Şüphe yok ki doksan yıllık hayatının yandan fazlasını kendi ifadesiyle, harp meydanlarında, mahkeme salonlarında, sürgünlerde ve zindanlarda geçiren Bediüzzaman, bir isim: Medrese-i Yûsufiyye, ve inandığı yüce bir kıymet uğruna zindana düşmeyi göze alanlar için de bir gönül ferahlığı bırakmıştı geriye:
“… Yûsuf daha nice yıllar zindanda kaldı” (Yûsuf Suresi, 42), âyetinin ihbarı ve sırrıyla Yûsuf Aleyhisselâm mahpuslann piridir. Ve hapishane bir nevi Medrese-i Yûsufiyye olur.”
Ve bir cümle, âlem-i cümle: “Mümin zindanda da olsa saraydadır, kâfir sarayda da olsa zindandadır.”
Cennet’ten yere, ruhun saf özgürlüğünden bedenin kirlenmeye açık kafesine düşmeyi zindan istiaresi etrafında yorumlayan İslâmî gelenek, zindanı da elbet
aynı istiarenin önemli bir köşesine eklemlendirir. O istiare, asırlardan bu yana zindanı geçici bir sınav olarak taşımayı bilen, davasında haklılara güç verip durmaktadır. Ve “Sabır, savaş ve zafer; adım Yûsuf,” inanan zulme uğramışların sloganı olmayı sonuna kadar sürdüreceğe benzemektedir. Değil mi ki kuyuyla, güzel Züleyha’nın aşkıyla ve zindanla sınanmazsa Yûsuf un Yûsufluğu eksik kalır.
Çekme âlem kaydını ey ser-bülend-i fahr olan
Saltanat tahtına erdin bend ü zindanı unut
Fuzulî
Nazan BEKİROĞLU – Cümle Kapısı isimli eserinden Alıntıdır…