Yusuf’un Üç Gömleği – Senai Demirci

1
1430

Yûsufun Birinci Gömleği (*)
Bizzat kıssayı anlatanının ifadesiyle “kıssaların en güzeli” Yûsuf Sûresi, sükûneti içinde heyecan verici olayları vermesiyle, pürüzsüz anlatımının ardında şaşırtıcı kırılmaları aktarmasıyla sayısız ibreti içinde saklayan bir kuyu gibi duruyor basiretimizin önünde.
Kuyu dibinde kıskançlık belasını, kadın karşısında şehvet fırtınasını,
zindanda unutulmuşluk sınamasını, kardeşleri karşısında intikam tuzağını atlattıktan sonra, tam da dünyada rahata kavuştuğu demde, dünya hayatının hepsi hepsi bir rüya olduğunu fark edip “ölüm”ü, yani “ebedî uyanıklığı” isteyen Yûsuf gibi, bize de Yusûf kıssasının derin akışından ebedî serinlikler, sonsuz uyanışlar devşirmek düşüyor.

İşte yola çıkıyoruz. Kıssada geçtiği şekilde üzerimize üç ayrı Yûsuf gömleği giydirildiğini görelim ki içinde yaşadığımız “rüya”yı, uyurken kendimizi uyanık sandığımız derin “rüya”yı yormak üzere uyanalım; gözlerimizi, göz kapaklarımızı açmaktan öte bir uyanıklığa açalım.

“Yûsuf’un gömlekleri”, kıssanın üç kırılma yerinde ortaya çıkar. İlk kırılma, Yûsuf’un güyâ “iyiliğini isteyen kimseler”in onu kimsenin bulamayacağı bir kuyuya attıktan sonra, babalarının karşısına ağlayarak çıkıp “Meğer, Yûsuf’u kurt kapmış!” dediklerinde gerçekleşir. Yûsuf’un üzerinden çıkarıp sahte bir kanla lekeledikleri gömlek, Yûsuf’un iyiliğini ister görünüp onu kötülüğe terk edenlerin sahte çaresizliklerinin, yalancı iyilikseverliklerinin sembolü gibi durur.

Yûsuf’u kuyuya itenler Yû-suf’un dost bildikleri, sevgi umduklarıdır. İşte biz de her vesileyle, “dost” ellerin “sıcak dokunuşu”yla günahların kıyılarına itekleniyoruz, bedenimiz günâhlara akan yokuşların başında tutuluyor sürekli. Kötülüklerle aramızdaki direnç noktalarını kırmaya, çirkin olana karşı durmamızı sağlayan fıtrî yokuşları düzlemeye ayarlıdır çoğu çağdaşlık manevraları. Bizi bilen ve seven Rabbimizce “Sarhoşluktan uzak durun!” diye uyarıldığımız halde, sarhoşluğa yakın sıcak yüzlü, dost çehreli mekanlar, “bir kereden bir şey olmaz ki!” etiketli fırsatlar, “iyi niyetli” ve “dostane” tadımlıklar sunuluyor bize. Ayaklarımız sürekli kuyuya yakın tutuluyor, uçurum kenarlarında kaygan zeminlere davet ediliyoruz. Rabbimiz tarafından, “Zina yapmayın!”dan önce, “Zinaya yaklaşmayın!” diye uyarılıyoruz; çünkü yaklaşılan şey zina ise yapılması hayli kolaylaşır. Bir diğer ifadeyle, “yaklaşılmış zina” ile “yapılmış zina” arasındaki mesafe, “uzak durulmuş zina” ile “yaklaşılmış zina” arasındaki mesafeden çok daha yakın olmalı ki, çok daha dayanılmaz bir çekime tutuyor nefisleri. Buna göre, zina yapmamanın en pratik yolu zinaya yaklaşmamaktır. Zinaya yaklaşanın zina yapmaya direnmesi, zinadan uzak duranın zinaya yaklaşmaya direnmesinden çok daha zordur. Oysa, çağ, bizi zinaya hep “yakın” yerlerde dolaştırıyor; billboardlarda, reklam sekanslarında “zinaya yakın duruşlar” estetize ediliyor, magazin haberlerinde, pazarlama tekniklerinde, modernliğin çoğu sosyal tezahürlerinde “zinaya yakınlaşmalar” süsleniyor, popülarize ediliyor, normalleştiriliyor, kanıksatılıyor, kışkırtılıyor. İnsan, “yakınlaşılmış zina” ile “yapılmış zina” arasındaki karşı konulmaz çekim alanına savruluyor.

Peki ya, sarhoşluk ve zina örneklerinde görüldüğü gibi bizi hiç yaklaşmamamız gereken kuyuların başına itekleye itekleye getirenler, o kuyuların içine düşecek olduğumuzda ardımız sıra geliyorlar mı? Bizim hayırhâhımız gözükenler, bize iyilik ediyormuş gibi yapanlar, bizi getirdikleri eğimli alanda yaşayabileceğimiz kaymaların sorumluluğunu da paylaşıyorlar mı? “Biz seni kuyunun başına kadar iteledik, düşmene sebep olduk, ver elini çıkaralım seni bu kuyudan!” diyorlar mı?

Hayır, hayır! Sarhoş olmamız için çok sayıda kapıyı tebessümle ve kolaylaştırarak açanlar, sarhoşluğumuzun sonucunu hiç görmezden geliyorlar. “Sarhoş olabilirsin/olmalısın ama sarhoş olup adam öldürürsen karışmayız!” diyorlar. “Zina yakınlığı içinde yaşaman için seni sonuna kadar destekliyoruz; ama zina edersen seni tanımayız!” diyorlar.

Sevgi beklediklerimiz, dostluk umduklarımız Yûsuf gibi kuyuya itiyorlar bizi. Üstelik bunu sevgileri adına, dostlukları gereği yaptıklarını ima ediyorlar. Ancak düştüğümüzde, elimizden tutmalarını beklerken, üzerimizdeki gömleği de çıkartıp sahte acımalarla, ikiyüzlü şefkatlerle kanlayıp bizi gerçekten sevenlere, “Ne yapabilirdim ki, onu kurt kaptı!” diyebiliyorlar. Magazin haberleri kadar, cinayet ve kaza haberleri de süslü ve çekici bir tüketim malzemesi oluyor. Modernliğin günaha doğru dönen tekerine sokulası çomak olmasını umduğumuz “kanlı” üçüncü sayfa haberleri bile “Onu kurt kaptı!” gerekçesinin süsü haline geliyor, tekerin yağına dönüşüyor, dönüşünü hızlandırıyor.

Şimdi, Yûsuf’un birinci gömleğini henüz kuyuya itilmeden ve sahte kanlarla lekelenmemiş haliyle üzerimizde hissedebiliyor muyuz? Yoksa, çoktan beri, kör kuyular içine yuvarlanmış halde, nefsine “köle” olarak satılmayı göze almış olarak, hâris bir kervanın insafını mı bekliyoruz?

Evvelâ, teşekkür ediyorum. Beni ümitlendiren dostlarıma, bana yeni bir şevk veren okurlarıma binler teşekkürler. Saniyen, anladım ki, bütün mesele Yûsuf kıssasını itildiği kuyudan çıkarıp yüzüne gün ışığının dokunmasını sağlamakmış
Yûsufun birinci gömleğinin üzerindeki sahte kan, tenimize dokundurduğumuz bir yara, üzerimize alındığımız bir işaret olunca, bu çağda öldürülüp kan(dırma)lar içinde bırakılan kalplerimize can olabilirmiş! Yû-sufun Birinci Gömleği yazısına gelen tepkiler kalplerimizin kandırılmışlık kuyusundan başını uzatıp gün ışığına uzanmasına denk geliyor olmalı ki, bana gelen yazıların her bir hecesini kardeşlerimin kalplerinin mâsumiyet kıpırtıları olarak gördüm. Dolayısıyla özelde Yûsufun gömleklerine, genelde Kurân kıssalarına ve mesellerine dair şimdi ve burayı açan yorumların tefekkürümüze kuvvetli bir nabız sunabileceğinden daha da emin oldum. (Kıssaların şimdiye ve buraya dair canlı yorumlarına eşsiz ve zarif bir örnek olarak Bediüzzaman Said Nursînin Yûnus[as] ve Eyyub[as] kıssalarını şimdileştirdiği Birinci ve İkinci Lemâyı tavsiye ederim.)
Eşim Semine hanımın Yû-sufun Birinci Gömleğinde kendimi/zi ille de Yûsuf yerine koymakla nefsimizin kötülüğü isteyen yanını ıskalamış olabileceğimi hatırlatması üzerine yazının bir(kaç) zeylinin olması gerektiğini düşündüm. Gerçekten de, kıssayı bir tür içe bakış ışığı olarak izlediğimizde, ayetlerin batınına doğru çarpıcı ve sarsıcı bir yolculuğun başladığını fark ettim. Meselâ, Kalp Yûsufu akıl Yâkubuna kendisine itaat eder gibi görünen kardeşlerini, yani nefsânî duyguları mı anlatmıştı en başında? Kalbin saf sevinci karşısında, akıl, bu hevâî kardeşlerinin kendisine kötülük edebileceğini mi hatırlatmıştı ona? Kalp nefis ve hevânın elleriyle mi kötülük kuyusuna itilir her daim? Öyleyse Yûsufun sahte kanlı gömleği, kalbimizin kendi kendine kötülük ettiği yollu bir iftiranın, bir zannın; sevmelerinin ve sevdalarının peşinde dünyevîlik kuyusuna kaydığına dair bir tespitin hatırlatması olarak okunabilir mi? Belki
Belki de kıskanç kardeşleriyiz Yûsufun. Rüyasında görüp de sevindiği ama sonunda kendisini unutulmuşluk kuyusuna iteceklerini hiç ama hiç ummadığı kardeşleri Buna göre, Yûsuf gibi kuyuya atılmış güzeller güzeli bir gerçek sayabilirsiniz Yusuf kıssasını; nefis ve hevasına uyan biz kardeşleri sayesinde üzeri toz toprak olmuş, endişeyle nefes alıp verirken gözleri gönlümüzden düşecek bir ışığa kilitlenmiş, kendisini köle fiyatıyla da olsun satacak denli önemseyecek kayıtsız bir kervanın insafını bekliyor. Belki o kayıtsız kervan da biziz.
Yoksa, onu aldatmaya çağıran Züleyha mıyız? Eğer böyleyse, çağın bizi dört bir yandan sarıp sarmalayan gaflet ve hıyanet duvarları arasında, idrak kapılarını sıkı sıkıya kilitleyip o güzeller güzeli sûreyi, yalınkat bir hikâye seviyesine indirip, söylediğinin söylediğinden ibaret olduğunu sanarak, anlattığından ötesine sağırlaşarak, işaret ettiklerine körelerek, ikinci gömleğini arkadan yırtıp iftira ederek unutulmuşluk zindanına attığımız bir Yûsufa benziyor Yusuf kıssası.
Belki de Yûsuf kıssasının kendisi Yûsufun üçüncü gömleği bizim için. Yâkubun gözlerini açan Yûsuf kokulu (üçüncü) gömlek gibi, Yusuf kıssası da sabırla hasretini çekenlerin gözlerini açıyor, gönüllerini sonsuz ufuklara bitiştiriyor, Kenan ilinden müjdeler fısıldıyor. Belki de gördüğümüz sadık rüyâdır Yûsuf kıssası. Ahsenül kasas, yani kıssaların en güzeli, görünenin ötesini görme yeteneğinin Yusufu zindandan çıkarması gibi, dünya uykusunu kendine yurt edinmeye kanmayanlara faniliğin ve hiçliğin zindanından kurtuluşu müjdeliyor.
Hadi itiraf edelim. Nefsimizin kuyuya ittiği Yûsufuz biz. Kıskaç kardeşlerimizi dışarıda aramayalım. Hatalarımıza başkalarının hatalarını mazeret göstermekten vazgeçelim. Onun atıldığı kuyu, onun sadece şu kısacık dünya hayatını tehdit ediyor. Ama bizim nefsimizin itmesiyle, şehvetimizin dürtmesiyle atıldığımız kuyular ebedî hayatımızın mahvına çalışıyor. Onun itildiği kuyu bir taneydi ama bizim dünyamız baştan başa kuyu. Dünya ki, şimdilik bulunduğumuz ama ebediyet arzumuzun gerçekleşmeyeceği, duygularımızın hiçbirinin doymayacağı denî/ alçak yerdir; gaflet nazarıyla bakınca, altı yanı da hiçlikle, vahşetle çevrilidir. Dünya hayatımız kuyuda bekleyen Yûsuf gibi resmediyor bizi. Bizim dünyamızın her bir adımında nice dipsiz kuyular saklıdır. Bizi kuyuya atmaya niyetli nefis ve hevâmız ancak iş işten geçtikten sonra pişman olacaktır; öyleyse, Yûsufun kardeşlerinden daha insafsız kardeşlerimiz var.
Öyleyse, Yûsufun sahte kanlı gömleğini üzerimizde bilmeye Yû-suftan bin kere daha çok muhtacız vesselâm.

Yûsufun ikinci gömleği
SENAİ DEMİRCİ
Yûsufun ikinci gömleği Yûsuf kıssasının ikinci kırılma yerinde ortaya çıkar. Kuyuya itilen Yûsuf çocukluktan çıkmış güzeller güzeli bir delikanlı olmuştur. Artık şehvetin etki alanındadır. İşte bu devrede, reddedilmez bir teklif alır. Evinde bulunduğu kadın, onun nefsinden murad almak ister, kapıları sıkı sıkıya kapatır ve haydi gel! der.
Bu ifade, birçok anlamda, çağımızın resmini çizmektedir. Evimiz dünyadır. Öyle çok cinsellik objesiyle bezenmiştir ki bu dünya; her fırsatta bir kadının haydi gel! davetini alıyor gibiyizdir. Neden? Her reklam karesi, her pazarlama yöntemi, ısrarla ve inatla şehvet unsurlarını kullanır. Neredeyse her tüketim malzemesi, araba lastiği gibi nötr olanı bile, bir kadın imajı üzerinden çekici hale getirilir. Sanki her şey cinselliği tahrik ettiği ölçüde vazgeçilmezleşir. Her kadın sadece cinselliği üzerinden kıymet kazanır. Her erkek cinselliği öncelediği ölçüde yücelmiş olur.
Ayrıca kapılar sıkı sıkıya kapatılmıştır da! Çünkü, pazarlama ve ikna etme tekniklerinin cinsellik üzerinden olması modalaştırılmıştır; zihinsel ve duygusal olarak aksini düşünecek cılız bir ışık bile sızmamaktadır kapı aralığından. Sözgelimi, gençlik bayramında körpecik kızların etek boylarının diz üstüne çıkması değil, diz altına indirilmesi ayıp görülür bu çağda. Kapılar kapalıdır; çünkü cinsellik unsurları öylesine yaygın ve sinsice kullanılır ki, öylesine beklenmedik ve çarpıcı biçimde ortaya dökülür ki, bakışları başka bir yere kaçırmak mümkün değildir. Her köşede, her sözde, her sahnede, her reklamda cinsellik başını aniden uzatır. Kapılar kapalıdır; çünkü cinselliğin kuşatması altında kadının kendisini kalbiyle ortaya koymasına, erkeğin kadını kişiliği üzerinden tanımasına fırsat yoktur, gerek de yoktur. Kadın ve erkeğin varlığı cinselliğe endeksli gibidir; cinsellik geriye çekildiği ölçüde kadın da erkek de önemini kaybeder!
Bir bakıma, kızlarını diri diri toprağa gömen bedevî âdetinin modern yansımalarıdır yapılan. Kadınların ve erkeklerin kişiliği çekici ve cilâlı bedenlerinin toprağına diri diri gömülür. Nice kadın ruhu kimliksiz tenlerin parıltısında, sadece şehvet malzemesi kılınmış beden parçalarının sığlığında yağmalanır. Mini eteklerin açıkta bıraktığı ince ve uzun beden parçaları pazarlama tekniklerinin saygıdeğer malzemesi olarak sunuldukça, kadının yüzünde beliren kişiliği görünmez hale gelir, silikleşir, önemsizleşir. Bacaklarına endekslenerek tanınır kadınlar, göğüs dekolteleri üzerinden kıymet kazanırlar.
Cinselliğin sıradan malzemesi haline gelen kadınların önce isimlerini değiştirmeleri kişiliklerini cinselliğin kumları altında yok etmeye razı oluşlarının bir işareti olabilir mi? Demek ki, gerçek imliği ile, izzetli kişiliği ile orada bulunamıyor kadın. Sadece dişi olmaya indirgeniyor, insan olarak kimliğini ortaya koymaktan utanıyor. Yine bu yüzden olsa gerek, meşru olmayan bir ilişki, sadece an içinde yaşanır; öncesi yoktur, sonrası yoktur. Meşru olmayan bir ilişki, sadece bedenler arasında olup biter; kalbi yoktur, ruhsal derinlikten yoksundur. Zina edilecek kadın, sanki birinin kızı ya da anası olamayacakmış gibi, sanki birinin kardeşi ya da karısı olamazmış gibi, bütün yakınlıklarından soyutlanarak tanınır. Kısaca, kendi bedensel varlığı içine gömülür, tensel hazları kişiliğinin üzerine toprak gibi atılır.
Çağımız, cinselliğin kızdırılmasını norm haline getirerek, bizi sürekli şehvetin çekim alanı içinde tutarak, kadının Yûsufa yaptığı haydi gel! teklifini daha ısrarlı hale getiriyor. Cinselliğin aşırılığı yaygınlaştırıldıkça, her erkek ve kadın kendisini sıkı sıkıya kapalı kapılar ardında buluyor; toplumun ayıplama baskısı üzerinden kalkıyor, çekebileceği vicdan azapları köreltiliyor, kendini kimseye hesap vermek zorunda olmadığı bir loşlukta buluyor, utançlarına çare olacak sofistike mazeretlerle donatılıyor.
Yûsufun ikinci gömleği birinci gömleğinin aksine yırtıktır. Birincisi, yırtılmadığı halde üzeri kanlanmış bir gömlekti. Bu, kanın sahte olduğunun işaretiydi. Bir kurt gömleği sağlam bırakıp bedeni paralayacak değildi ya! İkinci gömlekteki yırtık Yûsufa kastedenin bedenine kastettiğini açıkça gösteriyordu; ama kan yoktu. Bedenini yok etmek değildi Yû-sufun gömleğini yırtan kadının niyeti. Aksine, Yûsufun bedeni ile birlikte olmayı murad ediyordu; aksine, bedenini yüceltmek istiyordu.
Şu halde, bir kurdun Yûsufun gömleğini yırtmadan kanını akıtabileceğini öne süren kardeşlerin mazeretleri ne kadar sahte ise, bedenini incitmeden, kanını akıtmadan Yûsufun gömleğini yırtan kadının Yûsufa muhabbeti de o kadar sahtedir. Kıssada, kansız ve yırtık gömleğin öznesinin ettiği, kanlı ve yırtıksız gömleğin öznesinin edebileceği ile kıyaslanarak gözler önüne seriliyor.
Bedeni okşayıp yücelten şehvet, bedeni parçalayıp yok eden dehşetten daha dehşetli görünüyor.

Yûsufun ikinci gömleğine derkenar
SENAİ DEMİRCİ
Evinde bulunduğu kadın, onun nefsinden murad almak istedi.
Her kadın ve her erkek arasında nefisten murad alma isteği dolaşır. Nefisten alınacak murad tenseldir, bedenseldir; ötesi ve fazlası yoktur. Nefisten murad alma sırasında, insanlar kalplerinden ve ruhlarından soyunurlar; insan olmaktan geri çekilirler. Sadece bir dişi ve bir erkek sıfatıyla orada bulunurlar. Karşıdaki ile sadece cinsiyeti üzerinden ilişki kurarlar. Bu ilişki özel olmaktan uzaktır, çünkü herhangi bir erkek ile herhangi bir kadın arasındadır.
Kapıları sıkı sıkıya kapattı.
Şehvetin itici gücü kadını ve erkeği bütün bağlamlarından soyar, bütün yakınlıklardan alıkoyar. Sadece bedeniyle oradadır; kalbine ve aklına giden bağlardan uzaktadır. Her iki taraf da kendilerini kendileri olmaya götürecek kapıları sıkı sıkıya kapatma eğilimindedir. Şehvetin aniden gelip vuran çekimi, kalbe, akla ve ruha giden kapıları kapat(tır)ır. Kalp, akıl ve ruh böyle aşağı, zararlı, süflî şeylere tenezzül etmez ama herkeste nefs-i emmâre bulunur. Hükmünü kalp, akıl ve ruhun rağmına icra eder. Kalbin, ruhun ve aklın işi değildir yapıla(cak ola)n; nefis, hevâ ve his ve vehim bazen aldatıp, rol çalarlar.
Haydi gel!dedi.
Bu çağrı sadece Züleyhadan Yûsufa doğru değildir. Çağrı, Yûsuftan Yûsufa doğru da yankılanır. Çağrıyı yapan, çağrıda bulunduğu kişiden kendi çağrısına denk gelecek bir meylin olduğunu bilmeli ki çağrıda bulunsun. Karşılık bulmayacağı başından belli bir çağrı anlamsız ve yersiz olurdu. Yûsufun da içinde yankısını bulduğu çağrı ona Haydi git! der. Nefsin çağrısıdır bu; kötülüğü ister, kötülük eğiminin başında tutar ayaklarını, her fırsatta kaymaya, kaydırmaya hazırdır. Nefsin kaydırmasının ardından devreye hevâ girer. Suç işlemeye uygun mekanı hazırlar, ortamı tüm uyarılardan temizler, ışıkları söndürür, aydınlığı kovar, rahatsız edici bakışlardan uzak tutar. His de gerekçeler üretir; yapılanı doğru gösteremese de yerinde gösterecek çarpıcı ve çarpık akıl yürütmeler başlatır. Vehim ise, rahatlatıcı mekanizmalar geliştirir; kimse görmüyor ki! bir defadan bir şey olmaz! o da istiyor ya!
[Ama, Yûsuf], Hayır! dedi, [böyle bir şey yapmaktan] Allaha sığınırım. Hem Rabbim bana iyi baktı; doğrusu zalimler asla iflah olmazlar.
Yûsuf, kendisini kendisinden uzaklaştıran, kalbine ve ruhuna yabancılaştıran çekim gücüne karşı Rabbini hatırlayarak, hatırlatarak direnmeye başlar. Burada Yûsufun kastettiği rabbin, kendisine bu sarayda ikramda bulunan efendisi olabileceği gibi kendisine hayatı ve varlığı veren Âlemlerin Rabbi olabileceği söylenir. Eğer, kastettiği Züleyhânın eşi olan efendisi ise, zina edilecek kişinin bağlamlarından koparılmış ve akrabalıklarından arındırılmış biri olmadığını hatırlayarak, kötülüğün gerçek boyutlarını görür, kötülüğü kendine zorlaştırır. Zina edeceği kadının birinin eşi ve eşinin ise iyiliklerini gördüğü efendisi olduğunu hatırlayarak kadını ve kendisini tensel sığlıktan ve duygusal izolasyondan çekip alır.
Yûsufun Haydi gel! çağrısı karşısında, Rabbini hatırlaması ve hatırlatması ise, Rabbimizin kadına/erkeğe karşı arzu dolu diye tanımladığı, Yûsufun ağzından hep kötülüğü ister! diye ihbar ettiği nefislerimizin kötülüklere ayak diremesi için esaslı bir yöntem olarak keşfedilmeyi beklemektedir. Öyle görünüyor ki, günahı öylesine belirlenmiş, sanki bize inat konulmuş bir yasak olarak gördükçe, kötülüğe direncimiz kalbî, aklî ve ruhî düzlemlerde olamayacak. Ne zaman ki her bir günahı, Rabbimizin bize sunduğu evrende, Rabbimizin bize ihsan ettiği bedenle, Rabbimizin bize verdiği zaman içinde, Rabbimizin bize lûtfettiği güç ve iktidarla yaptığımızı fark ederiz, o zaman, bize bunca iyilik edene hıyanet ettiğimizi görüp sahiden utanır, gerçekten çekinmeye başlarız.
Ancak o zaman, günaha karşı kalbî ve ruhî bir direnç kuşanırız Yûsufun ikinci gömleği gibi. Bu gömlek yırtılsa yırtılsa, kötülüğün elinin erişebileceği en yakın yerden, yani nefis, hevâ, his ve vehmin hükmettiği arka taraftan yırtılır. Kalbin ve ruhun var olduğu ve varlıklarını yansıttığı yüz sağlam kalır. Yoksa, nasıl bakardık aynadaki yüzümüze?
Hâlâ daha bakabiliyorsak yüzümüze, ya kendimize aynadan bakan o adamı veya kadını utandırmamak için aynalardan kaçıp utancımızın zindanına atmışızdır masumiyetimizi ya da aynadan bize bakan o adamın veya kadının sorgulayıcı bakışına aldırmazlaşıp kendimizi kendimizin zindanında unutuvermişizdir. Birinci ihtimalde, hiç olmazsa, kendimizle yüzleşince uyanma ihtimali var. İkincisi ve daha kötüsünde ise derin uykuda olmadığımızı bile fark ettirmeyecek derin bir uykudayız demektir ki bizi bu uykudan ancak bir rüya dürtebilir

Yûsufun üçüncü gömleği
SENAİ DEMİRCİ
İnsan unutkandır; öylesine unutkandır ki unutkan olduğunu da unutur. Unuttuklarını hatırlama ihtiyacı hissetmeyenin, unuttuğunu da unutanın unuttukları sebebiyle rahatsız olmasını ummak ise beyhudedir.
Unutkan, zaman içinde, unuttuklarının çevrelediği ve sınırlarının ötesindeki her şeyi yok saydığı bir alan içinde kalır. Bu alan da giderek daralır. Unuttuklarını hiç hatırlamaması ve hatırlama ihtiyacı hissetmemesi yetmiyormuş gibi hatırladıkları arasından bazıları da unuttuklarının arasına kayıverir. İnsanın kendine çizdiği ve sınırlarını hiç zorlamadığı bu alan ona hiçbir şekilde hapsedilmişlik hissi vermez, herhangi bir daralma rahatsızlığı yaşatmaz. Çünkü bilinci dışında kalan alan adı üzerinde bilinç dışındadır; bilincinin de dışarıda bıraktıklarının eksikliğini çekmesi söz konusu değildir.
(Anlatıldığına göre, aniden kaynar su içine atıldıklarında sıçrayarak tepki gösteren kurbağalar, yavaş yavaş ısıtılan suya konulduklarında daha itaatkâr bir davranış sergiliyorlarmış, itirazsız haşlanıyorlarmış. Çünkü yavaşça ısıtılan suda, kurbağa vücut sıcaklığının üzerindeki sıcaklığı, yine o sıcaklığın vücudu üzerindeki etkisi nedeniyle algılayamaz hale gelir. İhtimal ki insan da bilinç dışına kaydırdıklarının, hatıralarından uzaklaştırdıklarının giderek artmasının yine bilinci ve uyanıklığı üzerinde artan etkileri nedeniyle uyanıklık alanının daralmasına itiraz edemiyor, bilincini haşlıyor.)
Rüya, bilincimizin dışarıda bıraktıklarından taşanların gözlerimizin önüne serildiği bir haldir. Garip ki tam da kendimizi unuttuğumuz uykuda, uykunun da uykunun kendisini unuttuğumuz yerinde görülür. Önünde eksisi olan bir rakamın önüne yeni bir eksi koyduğumuzda pozitifleşmesi gibi rüya iki unutuşun birbirine vurulmasıyla, birbiriyle çarpılmasıyla gün yüzüne çıkıyor, hatırlanıyor. Kendimizi uyanık saydığımız/sandığımız uyku halinin yırtıldığı yerdir rüya.
Yûsufun üçüncü gömleği rüyalar sonrasında gelen bir uyanışın, bir hatırlanışın habercisidir. Bu yüzden, birinci ve ikinci gömleklerden farklı bir yerde durur. Yûsufun birinci gömleği Yûsufa rağmen üzerinden çıkarılır ve kanlanır; Yûsuf niye çıkarıldığını bilmez. İkinci gömlek Yûsufa rağmen yırtılırken, Yûsuf niye çıkarılmak istendiğini bilir. Kansız ve yırtıksız olan üçüncü gömleği ise bizzat Yûsuf kendi üzerinden çıkarır, kendi iradesiyle bedenini çıplak bırakır.
Birinci gömlek, Yûsufun kardeşleri tarafından kıskançlık/haset hesabıyla çıkarılmıştı; kıskançlık/haset ise bencilliği besler. Bencillik üzerinden başlayan eylem ise insanın kardeşini kuyuya itmesini, babasını üzüntüye boğmasını sonuç verir. İkinci gömlek, Züleyha tarafından cinsellik/şehvet hesabıyla çıkartılmak istenmiş, yırtılmıştı. Cinsellik/şehvet ise nefsaniyeti besler. Nefis üzerinden başlayan eylem ise sevdiğini kendi bedenine hapsetmeyi, unutuşun zindanına itecek bir aldırmazlığı doğurur. Oysa, üçüncü gömlek, bizzat Yûsuf tarafından kardeşlik/merhamet saikiyle çıkarılır. Yûsuf, hem bedenine kasteden kardeşlerinin gözleri önünde, hem de bedeninden murad almak isteyen Züleyhanın ülkesinde, gömleğini çıkartarak bedenini savunmasız hale getirir. Böylece onları, içlerinde unutayazdıkları, unuttukça da hatırlama ihtiyacı hissetmeyecekleri, eksikliğini asla çekmeyecekleri, eksikliğini bilmedikleri için de hiç peşine düşmeyecekleri kardeşlik/merhamete çağırır.
Bencilliğimizi besledikçe bizi başkalarına, özellikle de yakınlarımıza sağırlaştıran, yetimi ve yoksulu itip kak(tır)an sözde kardeşlerimize inat, kardeşlerimize merhamet etmeye ve onları hoşgörmeye çağrıdır üçüncü gömlek. Cinselliğimizi kışkırttıkça bizi bedenlerimizin cilâlı görüntüleri içine hapseden, lezzetlerimizi şehvetin sığlığına iteleyen sözde aşıklarımıza inat, bizi kalbimizin derinliğine, ruhumuzun sonsuz nefesine çağırır üçüncü gömlek.
Hasılı, üçüncü gömlek, sıla-i rahimdir; yakınlığın keşfidir. İnsanı beni ve bedeni üzerinden sivrilterek yakınlarının dertlerine biganeleştiren çağa karşı durmanın yolunu gösterir. İnsanı içinin içinde sakladığı rahmete yabancılaştıran çağa direnmenin usulünü öğretir. Yûsuf kokulu, Yûsuf bakışlı o gömlek, yakınlıkları yeniden keşfetmeye, insanı kalbinin ve ruhunun dairesinde ağırlamaya, üzerimizde giderek kalınlaşan unutuş kabuğunu çatlatıp rahmetin rahminde büyüdüğümüzü yeniden hatırlatmaya çağrıdır.
Yûsufun üçüncü gömleği, unuttuğumuzu hatırlatır bize. Yûsufun üçüncü gömleği unuttuğumuzu unuttuklarımızı da hatırlatır bize. Bizi Yûsufleyin dünyanın aldatıcı çekimi karşısında çıplak kılar, ölümün gerçeği önünde bahanesiz bırakır. Böylece ele gelmez hale gelir, bize kurulan tuzaklardan uzak kalırız

Senai Demirci

1 Yorum

  1. Selamün Aleyküm. Yazı için teşekkürler. Allah Senai hocamızdan da razı olsun.

    Ben bu yazıyı okuyanlara şunu tavsiye etmek istiyorum.Abdullah YILDIZ’ın “Yusuf’un üç gömleği” adlı kitabını alın okuyun; Zaten 120 sayfa.(2 günde bitirebileceğiniz bir kitap). Ardından da Yusuf suresini okuyun özetleyin ve ders çıkarmaya çalışın. Hayatınıza geçirmeye gayret edin. Allah yardımcı olacaktır. ben yaptım. Güzel bir formüldür bu. Allah razı olsun. Selamün aleyküm.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.