Çanakkale’nin Kahraman Topçuları

0
767
blank

blank

18 Mart 1915 tarihiyle özdeşleşen Çanakkale (Kale-i Sultaniye) Deniz Savunma Harbi’nden birkaç sene sonra bölgeyi ziyaret eden bazı gazeteciler, Seddülbahir-Kumkale’deki Hamidiye Tabyası’nı, 5 Mart 1331 (Miladî 18 Mart 1915) Gazası’nın en şerefli kahramanı olarak tarif ediyorlardı. O günün dergi ve gazetelerinde neşrettikleri müşahedelerini onların kaleminden takip edelim:“Tabyanın güney tarafındaki kapısından, geniş avlusuna girdiğim zaman yüreğim hopladı. Birkaç sene evvel Çanakkale’ye gelmiş, tabyayı dışından görmüştüm. O vakitler; şehrin batısındaki kıyıda, toprak siperlerini denizin dalgalarına yaslayan Hamidiye Tabyası, oldukça mütevazı duruyordu. Üzerine yağacak bir ateş cehennemi altında eriyip gidecek zannını veriyordu. Hâlbuki Boğaz’ın en büyük ve en dehşetli deniz savaşı buradan idare edilmiş; harp tarihine, altın harflerle yazılan yiğitlik sayfalarından birisini de bu tabya eklemişti.

Girişte karşılayan gencecik subaylar, bizi hemen topların yanına götürdüler. Büyük bir sükûnetle, benliğimizin derinliklerinden yükselen o saygıyla gezdik, gördük; anlattıklarını hayretlerle dinledik. Yanımıza, savaşın dehşetini yaşayan üç asker aldık ve genç subaylarla birlikte, çimenli siperlerden birinin üzerine çıkıp oturduk. Enginlerin parlak maviliklerine dalan gözlerimiz birden; lacivert bir göl gibi uykuda duran ve göğsümüzü kabartan Karanlık Liman’ı gördü. Bu nazlı sulara, kim bilir kaç yüz düşman cesedi gömülmüştü?

Sonrasında, biraz daha berideki Dardanos Bataryası’na uğradı bakışlarımız. Dardanos denilen yer, tam Boğaz’ın girişine karşıdır. Burada; siperlerin ardındaki çelik kalkanlı kocaman toplar, Boğaz’ın kapısını gözetlerdi. Bunu bilen düşman zırhlıları; daha Boğaz’ın dışarısında dolaşırken, bu tabyayı insan büyüklüğünde gülleleriyle ara sıra döverler; atışlarıyla, karşısındakini yoklayan pehlivana benzerlerdi.

Gelibolu sahilinin tam karşımıza düşen noktasında ise; Koca Seyit’in destanına ev sahipliği yapan Rumeli Mecidiyesi, vakarlı bir heybetle nöbetini bekliyordu. Boğaz’ın en dar noktasında, Hamidiye’nin omuz başında durmuş, gelecek düşmanı kolluyordu.”

***

1331 Mart’ının beşinci gününü (18 Mart 1915), bizzat cephede yaşayan gaziler, şu şekilde hatırlıyordu:

“Sabah erkenden keşfe giden bir tayyaremiz, Bozcaada civarında; 15 İngiliz, 4 Fransız zırhlısıyla, 3 kruvazör ve pek çok torpido, nakliye ve mayın tahrip gemisinin Boğaz’a doğru hareket hazırlığında olduğunu haber verdi… Zâbit ve erler, uykusuz geçen gecelerin yorgunluğunu unutarak; büyük bir sevinç ve itimatla, her şeyi hazır olan sevgili toplarının başına geçmişler; şu pek mukaddes vazife ve fedakârlık saatlerinin yaklaşmasını bekliyorlardı. İş başındaki nöbetçilerden, cemaatle kılınan sabah namazına yetişemeyenler teker teker koşuyor; çam ağaçlarının koyu yeşil gölgeleri altında, kalblerinden taşan ibadet coşkusuyla; her şeyin Hâlik ve Hâkimi olan Allah’a ve onun irade-i lemyezelîsine mûtî yakarışlarını yükseltiyorlardı.

İlerleyen vakitte, düşmanın deniz üzerindeki çelik kaleleri; sağlarından, sollarından ve önlerinden ateşler saçarak Boğaz’ın karşısında sıralandılar. Onların bilmem kaç saatlik yola kadar uçup giden koca gülleleri, tabyalarımızın üzerine çelik yağmuru gibi yağıyordu. İşte bu ateş tufanıyla Türk bataryalarını zebun bıraktıklarına kanî olup Boğaz’dan içeri girdiler. Herkesin kabul edeceği gibi tarafların kuvvetleri arasında zalim bir nispetsizlik ve düşmanda önemli derecede üstünlük vardı. Zırhlıları son sistem bir kale; ağır çaplı ve yeni modeldeki çok sayıdaki topları, âdeta birer cehennem makinesi; araç ve diğer teçhizat ise ‘İngiliz istilâ emeli’ne eşit azamette idi. Salvo atışlar aralıksız sürüyordu. Bizimkiler; yumruğunu, düşmanın sezmez yerine indirmek istiyormuşçasına hiç kımıldamıyordu. Sanki bu arkası kesilmeyen çelik sağanağı altında sersemleşmiş, kıpırdanacak hâli kalmamış izlenimi veriliyordu. Korkunç zırhlılar buna aldandılar mı? Bilmiyoruz. Zırhlılar, ilerlemeye devam ederek karayı daha yakından kasıp kavurmak, küçücük de olsa bir hayat izi bırakmamak, sonra da kollarını sallaya sallaya Boğaz’dan geçmek istiyorlardı. Bu rahatlığın tesiriyle biraz daha sokuldular.

O vakit birdenbire; Dardanos’tan, Hamidiye’den, Rumeli Mecidiyesi’nden, Baykuş Tabyası’ndan ve biraz daha içerilerdeki gizli bataryalardan bir gümbürtüdür koptu. En dehşetli gök gürültülerine bile rahmet okutan bu demir fırtınası içinde; kısa ve metanetli seslerle verilen emirler, yanık bir dua sıcaklığıyla yüreklerden koparak göklere doğru yükselen tekbirler de ayrı bir yankıyla savruluyordu siperlerde. O küçücük Dardanos, karşısındakilere on beşlik güllelerini, mutlak isabet kastıyla ve hesaplayarak fırlatıyordu.

Tam bu sırada, Dardanos’un hizasına düşen Irresistible Zırhlısı’nın yana yattığı, yavaş yavaş Karanlık Liman’ın kaynayan dalgaları arasında kaybolmaya başladığı görülmez mi?!.. Tâ Erenköy sırtlarından başlayıp Boğaz kıyılarındaki küçücük bataryalara kadar yayılan bir tekbir yankısıdır koptu. Bu manzara, aynı zamanda Mehmet’in arslan yürekliliğini ve âlicenaplığını da gösterdi. Zırhlı batarken bataryaların ateşi birden kesildi. Anadolu sahilindeki Mehmetlerin, zırhlıdan denize dökülen düşman askerlerini kurtarmak için suya atıldıkları görüldü. Bu insanlık tablosu karşısında düşman da şaşaladı; birkaç dakika ateşini kesti. Düşman zırhlısının battığı yere koşuşan işgal donanmasının torpidobotları, deniz üzerinde çırpınan askerlerini kurtarmaya çalışırken bizimkiler yine ses çıkarmadılar…

Bu durgunluk çok sürmedi. İleriye atılan Ocean ve İnfleksible, batırılan Bouvet ile beter olan Irresistible’nın öcünü almak ve kendilerine yol açmak için daha bir şiddetle gülle yağdırmaya başladılar. Dardanos’un genç kumandanı Üsteğmen Hasan Bey; yardımcısı Teğmen Mevsuf Efendi ile beraber bir saniye bile durmadan, oturmadan, toptan topa seğirtiyor; gözlerini düşman zırhlılarından ayırmıyorlardı. Bataryalarımızın hemen önüne düşen top mermilerinin tarrakası kulak zarlarını yırtıyor; her patlamanın ardından, cehennemî bir duman kütlesi ve toprak yığını gökyüzüne savruluyordu. Mehmetlerin barut isine ve toprağa bulanmış yüzlerinde göze çarpan tek şey, imanla parıldayan ve korkudan eser taşımayan gözleriydi.

Akşam yaklaştığı hâlde düşman hâlâ yerinde sayıyor, bir adım daha ilerlemeye muvaffak olamıyordu. Bizim tam isabetli güllelerimiz, en öndeki bu iki zırhlıyı, belki geriye dönemeyecek derecede zedelemiş; en arkada, kızgın yanardağlar gibi ateşler kusan Quinn Elizabeth Zırhlısı’nı bile epey sersemletmişti. Onun yanındaki Gaulois da dumanlar, alevler içinde kalarak sendeleye sendeleye gerilemişti. Zırhlılar, akşamın alacakaranlığı içinde geldikleri gibi çekilip gidiyorlardı. Bu dönüş anında Ocean ile Infleksible’ın ne oldukları anlaşılamamış; savaş kızgınlığında kaybolan iki zırhlı, Boğaz’ın mavi suları arasında yitip gitmişti.

Akşamın narin sisleri yavaş yavaş her tarafı sararken Dardanos Tabyası; hem muzafferiyeti hem de iki şerefli kumandanının matemini bir arada yaşıyordu. Zırhlıların birinin, çekilirken Dardanos’a savurduğu son bir gülleyle, bataryasının yaralılarını şefkatli sözlerle teselli eden batarya kumandanı Çanakkaleli Üsteğmen Hasan ve arkadaşı Trablusgarplı Teğmen Mevsuf şehit olmuştu. Dardanos Bataryası’nın yeni ismi artık Hasan-Mevsuf Bataryası olmuştu. Üsteğmen Hasan’ın dünyaya yeni gelen kızını görmesi ve adını koyması için savaştan birkaç gün önce, kendisine izin verildiğinde kaşları çatılmış ve o, böyle bir zamanda topunun başından ayrılmayı ihanet saymış, ‘Nasipse savaşın neticesi alındıktan sonra görürüz.’ deyip susmuş, bir süre sonra, şahadetin cennetten yükselen kokusunu almışçasına eklemişti: ‘Kızımın adını Didar koysunlar!’”

***

“Gazimizin anlattığı yukarıdaki hatıraları dinlerken Hasan-Mevsuf Bataryası’nı yaşlı gözlerle selâmladık. Ardından, karşımızda diz çöken şu yağız yüzlü ve utangaç Hamidiye kahramanlarını bir daha süzdük. Bu yavrular; hiçbir iddia beslememekte, yaptığı işin yüksek kıymetinden hiçbir gurur duymamakta, vatan gazilerine yakışacak kadar azametli idiler. O anda, onlar kadar yüksek ruhlu olmadığımıza pek acındık. Zannettim ki bu acınmamız kıskançlık olsun. Belki bu büyük ruhlu Mehmetçiklerin karşısında kendimizi; hazıra konmuş birer mirasyedi kadar suçlu buluyorduk.

Artık sorularımıza başladık. İmtihan veriyormuş gibi sıkılarak, kızararak anlattılar. Mütevazı cümlelerine bakılırsa; büyük kahramanlıklar, şehit olanlarla şimdi yanımızda bulunmayan arkadaşlarına aitti. Kendileri sanki hiçbir şey yapmamışlardı. Düşman zırhlılarının yağdırdığı mermi yağmuru altında top başından ayrılmamak, sakin sakin nişan almak, ateş etmek, topu silmek, mermi taşımak zor bir iş miydi? Kim olsa vazifesini yapmayacak mıydı? Hey gidi kuzu gözlü aslanlar!

Biri diyordu:

‘Zırhlılar ateş menziline girinceye kadar kıpırdamayın denilmişti. En önden, torpil tarayıcı gemilerle irili ufaklı torpidolar geliyordu. Arkalarından zırhlılar; sağ ve sol kıyılara, üzerimize ateş kusarak ilerliyordu. Fransızın Bouvet Zırhlısı tam karşımıza geldi, durdu. Kendimizi kaybetmiştik. Üzerimize yağan mermilerden, kulaklarımızı yırtan gürültülerden çekiniyorduk; ama kulaklarımız, verilen emirlerde, gözümüz ya karşımızdaki düşmanda veya elimizdeki işlerdeydi. Birden yanık yanık okunan bir ezan sesi işittik. Bölüğümüzün imamı yüksekçe bir yerden ‘Allahu Ekber! Allahu Ekber!’ diye haykırırken gelen hain bir mermiyle şahadet mertebesine yükseldi.

İçimizde bir yerler kanıyor, göğsümüzden taşıyordu. Derken, bir mermi de cephaneliklerden birine düştü. Yalnızca mülâzımımız Bursalı Adil Efendi’nin elini yaktı. Alev, duman ve top gürültüsü arasında; bir anda her yerde tekbirler yankılandı. Ne oluyor diye etrafımıza bakındık. Sonra karşımızdaki Bouvet’nin ateşler, alevler içinde bir tarafına yatarak batmakta olduğunu görünce, o kadar sevindik ki!

Birkaç dakika ateşe bir durgunluk geldi, toplar patlamadan kaldı. Fakat biraz sonra düşman daha ziyade kudurdu, ateşini tekrar şiddetlendirdi. Biz de karşılığını vermekte gecikmedik. Şimdi, karşımızda daha büyük bir hiddetle kabaran iki zırhlıyı da Bouvet’nin yanına göndermeye çalışıyorduk. Kumandanlarımız: ‘Haydin yiğitler, Rumeli Mecidiyemiz vurulmuş! Gün gayret günüdür! Şehitlerimizin hesabını soralım! Şu gâvura geçit vermeyelim!’ diye haykırmaya başladılar.

Tam o sırada, Ahmet Onbaşı’nın bacağı koptu; sıhhiye neferleri kendisini sargı mahalline götürdüler. O, bacağının acısını unutmuş; top başından ayrılmak istemiyordu. ‘Beni topumun başına götürün, daha vazifem bitmedi!’ diye yalvara yalvara şehit oldu.
O toz ve duman cehenneminin içinde bir de ne görelim! Bir düşman zırhlısı karşı sahile paralel vaziyette Marmara’ya akmıyor mu! Hemen, herkes yeni bir hevesle işine sarıldı. İşte o vakit; karşıdan, bir saat evvel susturulan Rumeli Mecidiyesi’nden, bir gürleme oldu. Rumeli Mecidiyesi, yaralı bir kurt gibi çarpışıyordu. İkinci gülle miydi üçüncü mü bilmem; düşman zırhlısının üstünden, göğe doğru büyük bir patlamanın dumanı minareleniverdi.

Sonradan işittik. Hakikaten, Rumeli Mecidiyesi bataryası yerle bir olmuş; Ama orada bir Koca Seyit varmış ki Allah’ıma emanet! Bakmış ki bütün arkadaşları şahadete uçmuş; üstelik, o koca mermileri kaldıran vinç de yıkılmış. 215 okkalık o koca gülleleri kavrayıp Allah’ın izniyle sürermiş namluya, verirmiş ateşi Koca Seyit! Vurduğu gemi de Ocean mı neymiş.. Ertesi gün Cevat Paşa’mız gitmiş, gözlerinden öpmüş: ‘Aferin oğlum, İslâm’ın ve vatanın selâmetindeki gayretin makbul olsun İnşallah! Sen bu mermiyi nasıl kaldırdın bir göster hele!’ deyince Koca Seyit bir hamle etmiş mermiye; velâkin kaldıramamış. Cevat Paşa: ‘O zaman nasıl kaldırmıştın oğlum?’ diye sorunca, Koca Seyit: ‘Anamın öğrettiği duaları okudum ilkin; hem o mermiyi kaldırırken gönlüm Allah’ın feyziyle doldu kumandanım. Kendimde bir başkalık hissettim. Şehit arkadaşlarım da yanımdan yöremden tutuverdiler. Düşmanı görürsem gene kaldırırım.’ demiş.’

Kahraman, ama bir o kadar da mütevazı gazilerimizin anlattıkları hâtırat, bizi duygulandırdı. Onlarla vedalaştıktan sonra tabyanın güney tarafındaki şehitliği ziyaret ettik. Buraya, Hamidiye Tabyası’nda 18 Mart’ta şehit olanlar gömülmüş. Şehitliğin orta yerine, mermer bilezikli bir de kuyu kazılmıştı. Yanımıza gelenlerden bir genç subayımızı dinliyoruz. Şahit olduğu manzaranın ikliminde sanki bir başka âlemin bahçesini seyrediyormuş gibi anlatıyordu:

‘O gün, subay ve erlerin gözlerindeki şevk, galibiyet neşvesi görülecek şeylerdendi. Hissediyor ve biliyorduk ki düşman, payitahtımızın şevket kapısını zorlayıp kırmak istiyor. Biz; o mazlumların sığınağını asla yıktırmayacağız! İstihkâmlarımızdan daha metin olan göğüslerimizi, daima düşmanlarımıza karşı tutacağız. Her asker için topunun, her subay için bölüğünün başı bir şahadet makamı olmadıkça; düşman, karşısında daima kahredici bir kuvvet görecektir. Biliyoruz ki bu milletin padişahları, şehzadeleri, âlimleri, hikmet ehli ve fukarası gerekirse kılıcı beline takar; tüfeği boynuna asar; gazaya, cihada gider. Askerlik şerefli, a’lâ ve imtiyazlı bir meslektir. Ya biz, fertleri böyle fedakârlık ve kahramanlıkla meşhur olan o ecdadın varisi olmayalım mı?

Harbin en müthiş ve en ateşli gününü yaşıyorduk. Düşman bombardımanı, bize pek tabiî geliyordu. Üzerimizden geçen mermileri elle tutacak gibiydik… Bu defa düşman, ölüm fırtınaları koparan o kadar çok top ve havan mermisi atmıştı ki, nasıl olup da siperlerimizin alt üst olmadığına onlardan çok biz hayret ediyorduk. Akşamın karanlığı iyice çökmüştü. Biraz sonra, çavuşlarımdan biri bana yaklaşarak, ‘Efendim, bizim bataryadan Kadir oğlu Sâdık (Ankara’nın Koçhisar Kazası Kaman Köyü’nden Oruç Oğullarından), şimdi siperden fırladı. Düşmanın gündüz attığı top ve havan mermilerinin patlamayanlarını kucaklayıp düşman siperlerinin önüne götürüp bırakıyor. Kendisine o kadar söyledik. Etme be Sâdık! Gel… Tehlikelidir; dedik, ama dinlemedi… Ve eliyle göstererek;

– İşte.. bakın! dedi.

Gerçekten kahraman Sâdık karanlıktan istifade ederek, top ve havan mermilerini düşman siperlerinin önüne taşıyor, yerleştiriyordu. Dönüşünde Sâdık’ı çağırdım.

– Sâdık, ne yaptın? Yarın yine bize atsın diye, düşmana top ve havan mermisi mi taşıyorsun?

– Hayır; efendim. Onları kendi kazdıkları kuyuya düşüreceğim.

– Nasıl! Onlara cephane, mermi, top ve havan mermisi taşıyarak mı?

– Kusura bakmayın kumandanım… Bana yarın sabaha kadar müsaade edin… O zaman düşman siperlerindeki kuyuları görürsünüz.

Maksadını anlamıştım. Bu fedakâr vatanperveri, bakışlarımla ve bütün ruhumla takdir ve teşvik ederek ‘Peki Sâdık! Göreyim seni’ dedim. Şafak atar atmaz, düşmanın karşımızdaki iki siperinin kulakları tırmalayan infilâklarla alt üst olduğu ve pek çok zayiat verdiği görülüyordu. Kahraman Sâdık, gece yerleştirdiği top ve havan mermilerini, tam isabetli atışlarıyla infilâk ettirmede muvaffak olmuştu. Hemen yanına gittim. ‘Kumandanım bak, akşam dediğim kuyuları görüyor musun?’ diyor ve gülüyordu.

Akşama kadar, Sâdık’ın hep bir aslan gibi saldırdığını gördüm. Ne çare ki akşamüzeri hain bir kurşun, yeni bir kahramanlığı sırasında onu toprağa serdi. Görüyorsunuz ya; askerliğin dünyadaki asil rütbesi gazilik, âhiretteki yüksek makamı ise şahadettir. Bu yüksek mertebeye kavuşmak için yegâne çare düşman karşısında sebat ve metanettir.’

Hepimiz, tarifi imkânsız bir duygu seline kapılmış sürükleniyorduk âdeta. Bir tarafta gencecik fidanların kahramanlıkları, diğer tarafta şahadetin tüllenen kokusu. Biz böylesi bir esintinin tesirinde savrulup giderken, bir başka subayımız anlatmaya başladı:

‘O gün, bir ara gözlerim sahilde; namluları parçalanmış, kırık dökük karma karışık Kumkale istihkâm topları arasında bir noktada durdu. Bir Türk ve bir Fransız askeri, her ikisi de süngülerini birbirine saplamışlar, birbirini öldürmüşler; sanki yeni dikilmiş bir çift heykel gibi öylece ayakta duruyorlardı… Etrafımızda şarapnel misketleri vızıldıyordu! İki askerimiz, bu misketlerden ağır yaralandı. Sıhhiye erleri, kulübede bu askerlerin yaralarını sarıyordu. Tam o sırada bu yaralı askerlerden biri bana: ‘Bi şey değil gumandanım, emme.. düşmanı göremeden.. ona bi mermi olsun atamadan.. Çok acındım bu yarama!’ diyordu. Öbürüne baktım, hiçbir şey söylemiyor; yattığı yerde, kolunu deniz tarafına doğru uzatmış ve yumruğunu sıkmış, zırhlılara bakıyordu. Gözleri; alınamamış bir intikamın hırsını yaşatır gibi kısılıyor, yaşarıyordu.’

‘…Boyabatlı Ömer oğlu Mustafa
Yazdı bu destanı girerken safa
Muradı gitmektir arşı tavafa

Bugün bizden vatan razı olacak
Nefer şehit, ordu gazi olacak.’

Gün sonludur, vakit tamam oldu mu güneş devrilir. İşte, akşamın kızıllığı da Boğaz’ın girişinden bize doğru akmaya başlamıştı. Şehitlerimizi ziyaret etmiş, ruhlarına Fatihalar göndermiştik… Sonra, hâlâ dimdik ayakta duran ve alınlarında imanla kazanılan zaferin ışığı parlayan gazilerin arasından; göğüslerimiz kabarık, gözlerimiz yaşlı olarak geçip Mevki-i Müstahkem Karargâhı’nın yolunu tuttuk.”

13 Mart 1334 (1918)

Kaynaklar
– Çanakkale’de İntepe Topçuları, Yeni Nesle Harp Hatıraları, İstanbul–1932
– Donanma Cemiyeti’nin Haftalık Gazetesi, 13 Mart 1334 (1918)
– Kumkale Muharebeleri, Resimli Su Basımevi, İstanbul–1932
– Yeni Mecmua “fevkalade nüshası”, Mayıs 1334 (1918)
– Çanakkale Destanı, Çanakkale Valiliği Yayınları, Mart 2005

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.