Banisi, “Türküm” diyebilmeyi mutluluk vesilesi sayan Türkiye Cumhuriyeti, fikrî esaslarını Meşrutiyet döneminin yıldızı parlayan fikir akımı Türkçülükken alır. Bir ulus-devlet olarak, el kitabının Türkçülüğün Esasları olmasına şaşmamalı. Hal böyleyken Türkiye Cumhuriyeti devletinin sitem oklarından Türkçüler de kurtaramaz kendilerini. İlk büyük Türkçü avı 1944’te gerçekleşir, sonuncusu ise o temiz, masum ve yiğit çocukların yollarca gönüllü koruyuculuğuna soyundukları devlet tarafından niçin “tutulduklarını” ancak neden sonra anlayabilecekleri 12 Eylül’de.
Siz sakın sanmayın el vurdu bana Öpmeye kalktığım el vurdu bana (Ozan Arif)
Ki hepsinin muhayyilesinde Türkçülük uğruna nice acıya göğüs germiş Osman Yüksel, Alparslan Turkeş, Nejdet Sancar ve diğerleri, ama en fazla da bir Nihal Atsız resmi durmaktadır.
Osman Yüksel. Türkçülük-Turancılık davasından başlar tutuklanmaları, mahpuslukları. Kimi tutuklu, kimi hükümlü o kadar çok hapis yatü ki, Serdengeçti adlı dergisini ancak otuz üç sayı çıkartabildi. Bütün serdengeçtiliğine rağmen, “fikir suçlusu” olmanın kendisini âdi suçlulardan ayıran çizginin farkındadır. Ama suçta farklı olduğu bu insanlarla insan olmakta birleştiğinin de bilincindedir. Mahkûmiyet anlayışı aylık ya da birkaç yıllık cezalan cezadan saymayan bu müebbedler, idamlıklar, yüzbirliler; otuz sene sonra martin filan gününde çıkacağı tarihin yazılı olduğu müddet kâğıdım bir muskayı taşır gibi göğsünün üzerinde taşıyan bu mahkûmlar arasında, Konya Hapishanesinde yazar şu satirlan:
“Hiç şüphesiz mektup zarflarının üzerini bana yazdıran bu adamlarla aramızda dağlar kadar fark var. Fakat hiçbir hudut, hiçbir imtiyaz tanımayan insan kalbi. Beni bu zavallı insanlarla vasıtasız bir şekilde birleştiriyor. Iztirab ve sefalet kadar insanlan birbirine yaklaştıran ne var. (….) Loş koridorlar!… Koridorlarda ellerinde koca san püsküllü tesbihleriyle sinirli sinirli dolaşan mahkûmlar… Bu insanları hiçbir zaman unutmayacağım.”
Nihal Atsız. Tarihler 3 Mayıs 1944’ü gösterinceye kadar, Süveyş sokaklannda İtalyan çocuklanyla kavga etmiş, Askeri Tıbbiye’den atılmış, Edebiyat Fakültesi’ndeki asistanlığından ilişiği kesilmiş, edebiyat öğretmeni iken birkaç kez açığa alınmış, çıkardığı dergi kapatü-mışü. Sözünün sahibi olarak sonuçlarına katlanmayı peşinen göze aldığı su götürmez bir gerçek gibi duruyordu orta yerde. Ama iplerin asıl kopması Başbakan Şükrü Saraçoğlu’ya yazdığı iki “Açık Mektup” üzerine oldu. Edası sert mektuplardı bunlar, yurt çapındaki tekin olmayan dalgalanma da cabası. Sabahattin Ali, Atsız’a, “hakaret davası” açti. Duruşma Nisan sonla-nnda başladı. Atsız, aralannda Reha Oğuz Türkkan, Fethi Tevetoğlu, Hüseyin Namık Orkun, Orhan Şaik Gök-yay. Zeki Velidi Togan, Hikmet Tanyu, Nejdet Sancar, Alparslan Türkeş, Osman Yüksel Serdengeçti’nin de bulunduğu arkadaşlanyla birlikte tutuklandı. Bunların bir kısmı askerdi, asker sanıklar ile sivil olanların bir kısmı, bu arada Atsız, Tophane Askeri Cezaeui’nde; sivil sanıklann geri kalanı da meşhur Sansaryan Han’da bulunan Emniyet Müdürlüğü’nün hücrelerinde tutuldu. Ki bu hücreler sonralan bu dava vesilesiyle “tabutluk” adıyla şöhret buldu. Çığmndan çıkan dava kısa zamanda Türkçülük-Komünistlik zeminlerinde görülmeye doğru kaydı. Atsız mahkeme süresince bir buçuk yıl kadar tutuklu kaldı. Önce tahliye, sonra beraat etti. Ama bu süre zindanın ne demek olduğunu öğrenmesine yetti:
Acaba yaşlı mı kara gözlerin içimde bir derin yara gözlerin Daldı mı uzak bir yere gözlerin Görmüyor, bilmiyor, bilemiyorum
Günleri sayamam geceler iner Beklerim geceyi yıldızlar söner Gizli bir yaram var durmayıp kanar Neresi? Bulup da silemiyorum
Ulaşsa da sana yolların ucu Varmaya yetmiyor Atsız’m gücü içimde dururken bu kadar acı Hâlâ yaşıyorum ölemiyorum
(Sesleniş, Yolların Sonu, 25 Ağustos 1944)
Her ne kadar Atsız, Yolların Sonu’nda, ömrünün hasılata olarak Kürşad sarayına çıkmayı ve ondan gelecek bir kut’u beklemekteyse de, hapishanede yazdığı bu mısralar şimdi sadece romantik bir erkeğin kaleminden dökülmüşlerdir ve her kadının yüreğini sızlatacak cinstendir.
Gerçi meşhur savunmasının sonucundaki cümleyle, Atsız’a bakılırsa, “İcraatı ile açıkça ırkçı, Hatay’ı ilhak etmekle de Turancı olan devlet,” yavrularına bu kez de bir parça tabutluk ve işkence odalarını, biraz da hapiste bekletilmeyi reva görünce durulmuş, sükûn bulmuş olmalı ki şimdi onların beraatine karar vermiştir. Lâkin Atsız’ın savrularak geçen ömrünün sonunda, bülbülün çektiği dili belâsı, son bir şarkısı daha vardır. Ötüfeen’de yayımlanan yazıları. On beş aya mahkûm edilir. Bu bünyenin artık hapsi kaldıramayacağına dair hastahane raporuna rağmen Toptaşı Ceza-eui’ne konulur. İki buçuk ay sonra cumhurbaşkanının affı üzerine serbest bırakılır. Böyle bir af talep etmiş değildir oysa. Altmış dokuz yaşındadır.
Hüseyin Nihal Atsız o tarihten otuz yıl evvel, 1944 yargüamalannda otuz dokuz yaşındaydı. O zaman taşıdığı şeyi otuz yıl sonra da taşıyası olması bizi derinden düşündürür. Arkadan gelen yıllar içinde Atsız’m, davasına yapağı bütün fikrî katkısına rağmen, gençler üzerinde yarattığı asü büyüleyici etkinin romantik kanattan geldiği gözlerden kaçmamalıdır. O, Namık Kemal’in, inandığı dava uğrunda zindandan, cellâttan, sürgünden kaçmayan hürriyet kahramanı idolünün ete kemiğe bürünmüş şeklidir. Ve bu yanıyla da en fazla Nazım Hikmet ve Necip Fazü’la mukayese edilebilirliği şaşılası değildir.
Yo, hayır! Şaşırtıcı duruyor aslında. Peki biz ne düşüneceğiz şimdi? Her sistemin kendisini korumak istediği harcıâlem bir bügL Ve o, dışında kalıyorsa, kendi çocuklarını da öğütür. Cumhuriyet öncesi gibi sonrası zindan masallarının da en sade özetidir bu cümle. Devlet bir yandan inkılâba, lâikliğe karşı olanları hapsetmek zorunda kalır, bir yandan din, dil, ırk ayrımı yapmak isteyenleri, rejim düşmanlarını, gizli demek kuranları. Ortalık bir hayli toz duman. Bu nedenle, Marksistlerin İslamalarla, İslamaların Türkçü-Turancılarla buluştuğu mekândır hapishane. Ve İri sistem, hepsini de bir güzelce hırsızlarla, uz düşmanlarıyla, dolandırıcılarla, canilerle aynı çatı alanda buluşturmaktadır.
Ne gam! Değil mi ki; Aşkın mapusane içinde ben mahkûm!
Nazan Bekiroğlu / Cümle Kapısı isimli kitabından alıntıdır…