Kültürel Yozlaşma ve Ahlâk

0
676
blank

yozlasmaTürkiye’nin karşı karşıya bulunduğu büyük sorunlar nedir diye bir liste yapacak olsak, kültürel sığlaşma ve yozlaşma herhalde en üst sıralarda yer alır. Neden? Ekonomik yahut siyasi sorunlar dururken kültür bu kadar önemli midir? Bu sorunun kendisi dahi kültür muhayyilemizin ne kadar daraldığını gösteriyor.
Kültür, insanların günlük yaşamlarında soludukları havanın bütününe verdiğimiz addır. En geniş manasıyla kültür, insanın yapıp-ettiklerini, tutum ve davranışlarını ve hayatı algılama biçimlerini kuşatan bütün maddi ve manevi unsurlardan oluşur. Mimariden yeme içme adabına, mahalle ortamından TV ekranlarına yansıyan görüntülere, siyasetten borsaya hayat alanımızı inşa eden bütün unsurlar, bir toplumun kültür tasavvurunu oluşturur. Bu manada kültür, insanın ve toplumun var olduğu her yerde ve düzeyde kendini hissettirir. İnsanı hayvan topluluklarından ayıran en önemli vasıflardan biri de kültürdür. Zira hayvanlar “toplu” halde yaşamalarına rağmen, insanlar bir “topluluk” (cemaat) olarak yaşarlar.

Kültürün “maddi” unsurları, özünde insanın eşyaya ve varlıklara karşı sahip olduğu duruşu, vaziyeti tarafından şekillenir. Yeme, içme, barınma gibi en temel ihtiyaçların nasıl karşılanacağını da tayin eden, maddi alemle ilişkimizi şekillendiren dünya görüşümüz ve alem tasavvurumuzdur. Kültür, belli bir dünya görüşünün insanların maddi ve gündelik yaşamlarında ete-kemiğe bürünmesidir. İnsanların “yaşam alanı”, yani hayatımızı idame ettirme tarzımız, dünya görüşünün ve alem tasavvurunun kültür ve medeniyet haline geldiği noktada ortaya çıkar. Bu iki düzey arasındaki dinamik ilişki, bizim kültür tasavvurumuzu tayin eder.

Kültür ve Alem Tasavvuru

Klasik İslâm kültür ve medeniyetinin zenginliği ve derinliği, arkasında yatan İslâmî alem tasavvuruna ve dünya görüşüne dayanıyordu. Varlık alemini Yaratıcı’nın muhteşem bir sanat eseri olarak gören ve bir emanet olarak değerlendiren İslâm toplumları, Aydınlanma felsefesinin ve modern kapitalizmin ürettiği kültür kodlarını elbette üretemezdi. Varlığa anlamdan yoksun bir eşya yığını olarak bakmak ile hesabı verilecek bir emanet olarak bakmak arasında fark olduğu aşikârdır. Bu noktayı kavrayamayan modern insanlar, geçmişteki her şeye kültürel gerilik, modern olan her şeye ise ilericilik olarak bakıyorlar.

Türkiye toplumunun yaşadığı kültürel sığlaşmanın arkasında da bu sorun yatıyor. Giderek daralan ve lümpenleşen kültür hayatımız, dilden sanata, müzikten mimariye, siyasetten devlet yönetimine kadar hayatımızın her alanını fakirleştiriyor. Gelenek ile olan bağlarımız zayıfladıkça, kendi öz kültürümüze bir yabancı, hatta bir Oryantalist gibi bakmaya başlıyoruz.

Osmanlı toplumunun inşa ettiği engin kültür mirası, devletten değil, toplumun alem tasavvurundan ve dünya görüşünden besleniyordu. Modern dönemde ise her şeyi tekeline alan ulus devlet, resmi kültür politikaları adı altında toplumu batılılaştırıyor ve kendi tarihine yabancılaştırıyor. Bir toplumun ne kendi kültür kodlarından bütünüyle kopması mümkündür ne de batılı olmayan bizim gibi toplumların külliyen batılılaşması imkan
dahilindedir.

Ne tarihinden tam manasıyla kopabilen ne de tam manasıyla batılılaşabilen toplumlar, ucube kimlikler ediniyor.

Kültürün Özgürlük Alanı

Bugün Türkiye’de yaşadığımız temel sorun, kültür alanının kendi doğallığı içinde toplumun vicdanında ve dimağında şekillenmeyip, tersine devletin iktidar ve nüfuz alanına bırakılmış olmasıdır. Devletin kültüre destek vermesi ve sahip çıkması ile kültürün organik yapısını ve özgürlük alanını birbirine karıştırıyoruz. Ve bu yüzden ne devlet ne de toplum yani kültürün gerçek inşa edicileri kültür hayatımıza hakkını verebiliyor. Devletin tekelinde yürüyen bir kültür hayatının komünist ülkelerde ne tür felaketlere yol açtığını gördük. Aynı şekilde kapitalizmi sınırsız özgürlük alanı açmayı kültür politikası sanmanın da ne kadar vahim bir hata olduğunu gördük.

Bu nokta, özellikle Türkiye’de dinî yaşam için çok büyük öneme sahiptir. Çünkü İslâm, diğer dinlerin aksine hayatı, hayatın içinde kalarak dönüştürmeyi, imar ve inşa etmeyi hedefleyen bir dindir. Dinî referanslar ile kültürel hayat alanı arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Dinin maddi hayatı sarıp kuşattığı bir alem tasavvurunda, dinî olanla dünyevî olan arasında kesin ve kategorik ayrımlar yapılamaz. Bu yüzden İslâm düşünce geleneğinde bu tür seküler ayrımlar hiçbir zaman revaç bulmamıştır. Nitekim batıdan gelen seküler kavram ve terimlerin İslâm dillerine tercüme edilememesi bu gerçeği teyid etmektedir.

Kültürün alabildiğine sekülerleştiği ve dünyevîleştiği bir ortamda dinî hayat tam manasıyla yaşanabilir mi? Bu temel soru üzerinde hepimizin kafa yorması gerekiyor. Bugün Türkiye toplumuna hakim olan kültür anlayışı, erdemli ve ahlâklı bir hayat sürmemizi adeta imkansız kılmaktadır. Bugünkü kültürümüz, ahlâkî değerlerin somut yaşamda ete kemiğe bürünmesini değil, bu değerlerin kenara itilmesini ve marjinalize edilmesini bir zaruret haline getiriyor. Lümpenlik ve televole kültürü, temel dinî ve ahlâkî değerleri aşındıran, anlamsızlaştıran bir rakip güç olarak çıkıyor karşımıza.

Din, Ahlâk ve Kültür

Bu yüzden “ben kendi dinî hayatımı yaşarım; diğer alanlara karışmam” demek sorunu çözmüyor. Tersine tehlikeli bir sekülerleşme eğiliminin dindar insanlar arasında da yayılmaya başladığını gösteriyor. Eğer kültür gündelik yaşamda soluduğumuz sosyal ve insanî havayı belirliyorsa, buna bigâne kalmamız ya da kendimizi bunlardan müstağni görmemiz ancak bir yanılgı olabilir.

Basit ama temel bir örnekle bu noktayı tavzih etmeye çalışalım. Çocuk eğitimi, dünyanın her yerinde zor bir iştir. İslâm hukukuna ve evrensel normlara göre bir çocuğun anne babası üzerindeki en temel hakkı da onlara iyi bir eğitim ve gelişme ortamının sağlanmasıdır. Şimdi soralım: Türkiye’de herhangi bir veli, çocuklarını istediği şekilde bir eğitim ortamında yetiştirebiliyor mu? Anne babalar, eğitim müfredatından televizyon programlarına, internetten basına kadar onlarca rakip ile rekabet etmek zorundalar. Bu araçların çocukları üzerindeki etkisini azaltmak için özel bir çaba göstermek durumundalar. Bunun farkında olmayan ebeveynlerin nesil çatışmasından şikayet etmeye hakları olabilir mi?

Aynı sorun, yetişkinler için de geçerlidir. Modern kapitalizmin ve toplumsal ilişkilerin empoze ettiği değerler hepimizi hırslı, kavgacı, çatışmacı, fırsatçı olmaya zorluyor. Daha fazla kazanmak, yer kapmak, adam kayırmak, menfaat için yalan söylemek, rekabet adına kumpaslar çevirmek, kısacası “devir bu devir” deyip her tür ahlâkî sınırı çiğnemek normal bir şeymiş gibi sunuluyor. Bunlara ahlâk adına karşı çıkanlar “enayi”, “işini bilmez” gibi sıfatlarla adeta alaya alınıyor. Ahlâkî ilke ve değerler giderek “pazarlığa açık” hale getiriliyor. İşin kötüsü, birinci yolu izleyenler dünyevî manada başarılı oluyor ve örnek olarak gösteriliyor. Üzerimize bir tsunami gibi gelen bu dalgaya mukavemet etmek ne kadar mümkün?

Buraya kadarki mülahazalardan kültür ile kastettiğimiz şeyin el sanatları yahut müzikten ibaret olmadığı herhalde anlaşılmıştır. Hayat alanımızı kuşatan, soluduğumuz sosyal havayı şekillendiren kültür, ahlâkî değerlerle iç içe olmak durumundadır. Zira insanın eşya ile olan muamele tarzı bu alanda ortaya çıkar ve dayandığı dünya görüşü ve alem tasavvuruna göre şekil alır. Türkiye’de yaşadığımız kültürel sığlaşma özünde bir ahlâk sorunudur ve çözümü de ancak ahlâk alanında aranmak zorundadır. Bu sorunu sığ ve palyatif tedbirlerle aşmamız mümkün değildir. Dahası, bu iş devlet politikalarına bırakılmayacak kadar önemlidir.

Tam da bu noktada hayatın her alanını kuşatan tasavvuf kültürünün temel bir ahlâkî ve manevi referans olarak yeniden hayatımıza girmesi gerekiyor. Akla ve duyguya aynı anda hitap eden, hayatı bir bütün olarak gören bir maneviyat anlayışı, kültürden siyasete pek çok sorunumuzun çözüm kaynağı olacaktır. Zira temel meselemiz bir kalkınma yahut büyüme sorunu değil, insan sorunudur.

Halil AKGÜN
Semerkand Dergisi

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.